Kasiyerin Hikayesi
İstanbul’un Beyoğlu semtinin sokaklarında tarihle iç içe, cıvıl cıvıl dükkanlar ve kafeler arasında kahvemden bir yudum alıyor ve Elena’yı ziyaret etmek için zamanın gelmesini bekliyorum. Gerçek adı bu olmasa da anonim kalmayı tercih ettiği için ona Elena diyorum. Kendisi, Türkiye’deki Rum ve Yunan Ortodoks Hristiyan toplumlarının mücadelelerini yansıtan bir yaşam öyküsüne sahip yaşlı bir Rum kadın.
Elena, yıllar önce İstanbul’un işlek mağazalarından birinde kasiyer olarak çalışmış. Şimdi ise emekli olmuş aile fotoğrafları ve dini ikonlarla dolu muhteşem bir konakta yaşıyor. Türkçe, Yunanca ve İngilizceyi akıcı bir şekilde konuşarak çok kültürlü yetişme tarzını yansıtıyor. Ancak nazik gülümsemesinin ardında, yıllarca süren ayrımcılıkve zorluklarla şekillenmiş dokunaklı bir hikayesaklı.
“Küçükken öğretmenlerim bana ‘gavur’ derdi” diyor Elena, bu kelimenin gayrimüslimler için incitici bir tabir olduğuna dikkat çekerek. “Ailemin neden hala Yunanca konuştuğunu sorgularlardı, sanki bu utanılacak bir şeymiş gibi. Bu durum bana hiçbir zaman kendi ülkemin bir parçası değilmişim gibi hissettirdi.”
Elena’nın hikayesi, geçtiğimiz yüzyılda sayıları hızla azalan Türkiye’deki Rum Ortodoks cemaatinin yaşadığı zorlukların küçük bir parçasını temsil ediyor. Bir zamanlar yüz binlerle ifade edilen cemaat nüfusu, bugün sadece 2.000 ila 4.000 kişiye düşmüş durumda. Ailesi saldırılara, zorunlu göçe ve dışlanmaya maruz kalmış; bu acı deneyimler hala hayatlarını etkilemeye devam eden izler bırakmış.
Türkiye’deki Rumların ve Yunanlıların nüfusu 20. yüzyılda gerilemeye başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan 1923 Lozan Antlaşması, Yunanistan ve Türkiye arasında zorunlu bir nüfus mübadelesine yol açtı ve binlerce Rum Anadolu’daki evlerini terk etmek zorunda kaldı. Kalanlar ise özellikle İstanbul’da sürekli ayrımcılıkla karşı karşıya kaldı. Bu dönemin en karanlık olaylarından biri, 1955 yılında gerçekleşen ve Septemvriana olarak bilinen pogromdu. Bu olayda çeteler Rumlara ait evlere, işyerlerine ve kiliselere saldırmış; geride büyük bir yıkım bırakmıştı.
“Büyükannem tüm bu saldırılar yaşanırken bodrum katında saklandıklarını hatırlıyor” diyor Elena. “Her şeylerini kaybetmişler ama başka gidecek yerleri olmadığı için burada kalmışlar.”
Elena çocukken, Türk toplumunda yaşamanın gereklerine uymak zorunda kalmış. Yunan mirasını “Paskalya ve Noel’i sessizce kutlardık” diye anlatıyor. “Ailem dikkat çekmek istemezdi. Hatta dışarıda Yunanca konuşmak bile riskliydi.”
Okul yıllarında ise sık sık kendini dışlanmış hissetmiş. Sınıfındaki birkaç gayrimüslim öğrenciden biri olarak hakaretlere ve önyargılara hedef olmuş. “Bir tarih öğretmeninin sınıfta ‘Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar bize ihanet etti’ dediğini ve herkesin bana baktığını hatırlıyorum” diyor Elena.
Yaşlılık günlerinde bile toplumu için süregelen sorunları gözlemlemek üzüyor onu. Tarihi kiliselerin restore edilmesi ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gibi bazı olumlu adımlar atılsa da hala ciddi zorluklar mevcut.
“Hala ayrımcılığın devam ettiğini duyuyorum” diyor Elena. “Gençken insanlar Yunan olduğum için benden para üstünü almayı reddederdi. Ev sahipleri ismimizden dolayı ev kiralamazlardı.”
Asimilasyon baskısı da başka bir zorluk olarak karşımıza çıkıyor. İstanbul’daki birçok genç Rum, ayrımcılıkla karşılaşmamak için kimliklerini gizleme gereği duyuyor. Elena ise bunun gelecekte nasıl sonuçlardoğuracağı konusunda kaygılı. Gelecek nesiller geleneklerimizi tanıyacak mı? Yunanca konuşacaklar mı? Umarım böyle olur, ancak benim yaşadıklarımı onların deneyimlemesiniistemem. Elena,
“İstanbul’u seviyorum,” diyor. “Her zaman böyle hissettirmese de burası benim evim. Umarım bir gün insanlar bize eşit bireyler olarak bakar.”